Sabahları alarm değil de iç huzurumuz uyandırsaydı bizi, kaçırdığımız ne olurdu?

Her şey çok hızlı. Günler, aylar, yıllar. Daha yeni yılın başıydı, şimdi takvimin yarısını devirdik. Hızlandıkça tükeniyoruz. Hızlandıkça yüzeyde kalıyoruz. Sanki bir yerlere yetişmek zorundayız ama nereye gittiğimizi bile bilmiyoruz.
Yavaş yaşamak, tembellik değil. Aksine, fark ederek yaşamak. Soluduğun havayı hissetmek. Bir fincan kahveyi sadece kafein için değil, kokusu, sıcaklığı, sana verdiği o küçük an için içmek. Sohbeti laf olsun diye değil, kalpten bir bağ kurmak için yapmak.
Bir adım geriden gelmekten korkuyoruz. Oysa bazen yavaşlamak, asıl ilerlemenin ta kendisi. Koştururken gözden kaçırdığımız şeyler, yavaşladığımızda bize kendini gösteriyor. Bir çocuğun gülüşü, rüzgârda dans eden bir yaprak, sessizliğin içindeki huzur…

Hayat bir yarış değil. Kimse son çizgiye ilk varanı alkışlamıyor. Belki de mesele, o çizgiye varmadan önce yolu nasıl yürüdüğümüz.
Bugün biraz yavaşla. Telefonu bir kenara bırak. Derin bir nefes al. Kendi sesini dinle. Çünkü bazen en büyük lüks, bir anın içini dolu dolu yaşayabilmek.
“Acelemiz yoktu, çünkü biliyorduk ki en güzel şeyler yavaş büyür.”
— José Saramago
YORUMLAR